21 Aralık 2011 Çarşamba

Office Space (1999)

-İşyerin bir masa ve küçük bir boşluktan mı ibaret?
-Patronun, cumartesi ve hatta pazar günü bile çalışmanı mı istiyor?
-Mobbinge mi maruz kalıyorsun?
-İşverenin parolası: Daha az maaş, daha fazla verim mi?
-İşten çıkarılma korkusu mu yaşıyorsun?
-Cumartesi işe gitmemek için planlar mı yapıyorsun?

Öyleyse; Office Space'i kesinlikle izlemelisin!

Office Space'in henüz jenerik yazıları akarken tanıdık bir sesle karşılaşıyorum. Scarface?! Evet. Intro'da, arka planda ünlü rapper Scarface'in bir şarkısı çalıyor. Filmin önemli karakterlerinden Michael Bolton da şarkıya eşlik ediyor. İzleyelim:


Şarkı Scarface'in No Tears'ı. Youtube'da bu şarkıyı bulursanız; altında Office Space ve Michael Bolton ile ilgili yorumları okursunuz. Scarface'in bu şarkısı filmle özdeşleşmiş durumda :) Sahnede; Bolton'ın şarkı söylerken coşması, çiçekçiyi görünce camı kapatıp, canı sıkkın görüntüsü vermesi şahane. "Beni neşeli görmesin, çiçek satmaya çalışır. Sabah sabah canımı sıkar" diye düşünüyor olmalı. Ve çiçekçi gidince "I can't talk to my mother so I talk to my diary" diye aynı coşkuyla devam ediyor :))


Peter, işe her gün geç kaldığı gibi çalışmak da istemiyor. Nasıl çalışsın ki; suntalarla kendisine ayrılmış bu bölmede hafta içi yaşamak zorunda olduğu yetmezmiş gibi bir de (tasarruf kaynaklı işten çıkarmalardan dolayı); kendisinden cumartesi günü de işe gelmesi istenmektedir!

Başındaki 8 patrondan en gereksizi; Bill Lumbergh ise başına fena halde bela olmuş durumda. Ha bir de TPS Raporları! Lumbergh'in işi: Tps raporları, ortalıkta gezmek ve insanları germek. Tüm bunlar; Peter da zaten olmayan çalışma şevkini hepten yok etmektedir...


Samir'in başı ise printer ile derttedir. Kağıt sıkıştırmaktan başka bir halta yaramıyor. Ofis araçları her zaman problem çıkarıyorlar!


Initech firmasının yeni şirket içi prensibi belli oldu: "Yapılan iş şirkete fayda sağlıyor mu?"

Yani Initiech özel sektörde çalışmış her bireyin bildiği bir şeyi uygulamaya çalışıyor:
-Bana fayda sağlıyor musun. 
-Şirkette ne kadar gereklisin?
-Aldığın maaşı hakkediyor musun?
-Mesaiye kalıyor musun? 
-Haftasonu çalışıyor musun?

Ofisin içine asılmış yazının sormak istediği soru aslında bu.

Altını çizdiğim soruya tekrar dönelim. Ne kadar gereklisin? Unutumayın. Özel sektörde bütün yöneticiler personelleri için kendilerine tek tek bu soruyu sorarlar. Eğer sizin için kafalarında HAYIR yanıtı oluşmuşsa; yapılacak iki seçenek vardır.

1. İşten çıkarmak
2. Düşük maaşla, zamsız, haftasonları dahil köle gibi çalıştırmak

Office Space bildiğimiz klişe dolu bir öyküyle bizi mutlu etmek yerine, iş yaşantısının can sıkıcı öğelerini yerden yere vurarak bizi mutlu ediyor.



Bu adamları bu kadar mutlu eden şey ne? 


Peter ofisteki "space"inde elinde balıkla böyle ne yapıyor?


Beyzbol sopasıyla ölesiye girişiyorlar? Kime? Öğrendiğinizde filmi daha çok seveceksiniz :)


Joanna'yı bu kadar sinirlendiren yine aynı mesele: Patron! Fakat burada problem TPS Raporları gibi bir şey değil. Ondan daha saçma bir şey: Joanna'nın takması gereken rozet sayısının minimumda kalması. Yani 15'te. Ben neden bahsediyorum? :))


Bir bilgi fişi. Belki de filmin en keyifli anlarından biri...


Ofiste yaşgünü kutlaması samimiyetsizliği. En büyük mutluluğumuız bu: Pasta yiyelim. Kola içelim. bir de; yaşgünü sahibini hiç sevmesek bile pastanın hatrına "Hepi Börtdey" diyip, dağılalım. 


Aaa bu cidden olmadı işte. Kekeme Milton'a pasta kalmadı! Bu arada söylemeden geçmek olmaz: Milton rolündeki Stephen Root tam anlamıyla döktürüyor!


Swingline marka bir zımba. Zımba dediğime bakmayın. bir anlamda filmin jönüdür kendileri :)

Her zaman yaptığım gibi SS'lerden sonra genel bir yazı yazmama da gerek kalmadı. Yazacağım her şeyi aralarda yazıp bitirmişim çünkü. 

Film size daha önce pek alışık olmadığınız bir öyküyü kara mizah çerçevesinde anlatıyor. Daha önce alışık olmadığınız dediysem; sinemadan bahsediyorum. Günlük iş hayatınızda bunların hepsi sizin için bir klişe, bir rutin...

Dipnot: Sizi bilmem ama filmin boyunca çalan şarkılar tam benim zevkime uygun. Film boyunca Geto Boys, Scarface, Ice Cube, Canibus, Kool Keith gibi eski hiphop artistlerinin şarkılarını duyuyoruz. Özellikle beyzbol sopası sahnesinde çalan Geto Boys-Still adlı şarkı tam bir gangsta hiti. Peki öyleyse bu sefer farklı bir kapanış yapalım :)

Geto Boys-Still (Resurrection/1996):

Happiness (1998)

Bu kritikte farklı bir şey deniyoruz. Aynı film. İki editör, iki farklı bakış açısı...

*Editör: Glasscow

Çok fazla karakter olduğu için filmi anlatabilmek için karakterleri karelerle tanıtacağım...

ANDY & JOY

Bazen ilişkiler biterken formalite icabı son kez buluşulur. Son konuşmalar yapılır. İşte böyle bir yemekteyiz. Andy, artık ex olmuş kız arkadaşına çok sevdiği türden bir antika kül tablası almıştır. Pahalı mücevherlerle kaplanmış bir rework. Üzerine kızın ismini bile işlettirmiş; Joy yazıyor. Saçma. Fakat mesele bu değil. Adamın, kül tablasını; avucunda böyle sıkı sıkıya, kudret timsali tutmasına ve suratındaki ifadeye dikkat edin. Birazdan söyleyeceği her şeyi onun üzerine inşa edecek...

HELEN & ALLEN

Helen son derece seksi bir yan komşu. Allen ise son derece içe kapanık, yalnız bir adam. Helen için çıldırıyor. Eve gidince tek derdi, tek düşündüğü Helen ile seks yapmak. Fakat onun yanında büründüğü bu ruh hali ile Helen'a yaklaşması son derece zor. Yine de tüm cesaretini toplayıp 'görüşürüz" diyebiliyor. Kızın cevabı ise en fazla bir 'Evet'. Bence bu adama o bile fazla :)


Aynı sahnenin devamı. Allen'ın rehberde, Helen'ı bulma çalışması hummalı şekilde sürüyor. Hem de epey azmış vaziyette :) Bulursa güzel bir telefon seksi yapacak. Eee kız yan dairede oturmuyor mu? Gidip konuşsun? Doğru ama bu onun gibi bir loser için daha iyi bir yöntem!

TRISH & JOY

Az önce filmin bu sert açılış sahnesinde midesine feci bir yumruk inen Joy, ablası Trish ile dertleşiyor. Trish, Psikiyatrist Bill ile evli 2 çocuğu olan mutlu bir kadın. Kız kardeşine bu sevimli gülücüklerle yaklaştığına bakmayın. Onu son derece ezik, mutsuz, başarısız biri olarak görüyor. Öyle bir konuşuyor ki; "bütün aile seni bir kaybeden olarak görüyor Joy" diyor. Joy üzüldüğünde tüm bunları bir çırpıda silip, "ama artık fikrimi değiştirdin" diyebiliyor. İnsanın böyle ikiyüzlü bir kardeşi olması? Pes doğrusu! 

Kadrajdaki bebeğin, Trish'in hayatındaki mutluluk ve gücü simgeleyen bir obje vazifesi gördüğünü söylememe gerek var mı? 

BILL & BILLY

İsimlerden de anlaşılacağı gibi baba ve oğul. Ergenlik arefesindeki oğlanın canı bir hayli sıkkın. Annesine göre derdi sadece dikkat çekmek. Fakat onun kendine göre daha büyük problemleri var. Çoğu gencin yapamadığını yapıyor ve babasından bu konuda yardım istiyor: "Mastürbasyon Ne Demek?!"

--Spoiler--
Diyalogtan küçük bir kesit:
-Billy hiç boşaldın mı?
-Evet.
-Olmadıysan bunda bir sorun yok
-(Endişeli) Yaptım...
-(İnanmayan bir bakışla) Billy?
-(Üzgün bir ifadeyle) Fakat sınıftaki herkes oldu ve artık ben de boşalmak istiyorum.
--Spoiler--

Görüldüğü gibi çocuğun derdi cidden çok büyük :)

ALLEN & JOY

Neye niyet neye kısmet?! Allen, rehberde Helen'ı ararken tesadüfen kız kardeşi Joy'u arıyor. Joy ise ablası Trish'in ona ayarlamaya çalıştığı Damien diye birinden telefon bekliyor. Ya da burayı yazmasam daha iyi. Tadı kaçmasın. İzleyip görün :)

KRISTINA & ALLEN

Ne kadar tatlı görünüyorlar değil mi :)) Allen, Helen'ı ararken başına büyük bir bela alır. Yan komşu Kristina. Mmm yeterince büyük!

Buraya kadar yeterli...

Todd Solondz, kan kaybeden Amerikan Bağımsız Sineması'nın son dönemine can veren yönetmenlerinden biri. Welcome to The Dollhouse'dan sonra çektiği 1998 yapımı bu film ile Bağımsız Sinema alanında hatırı sayılı miktarda ödül topladı. Toplamasa; gerçekten yazık olurdu.

Bazı filmler vardır. Adıyla bile insanda pozitif duygular uyandırır. Mesela: Life Is Beautiful gibi...

Fakat bu filmin adı Mutluluk olmasına rağmen karakterlerin neredeyse hepsi mutsuz! Bireysel mutluluğu ararken loser gibi davranıyorlar. Birbirlerine güçlü görünmeye çalışıyorlar ama değiller. Burada bile bir sahtelik içindeler. 

Adıyla bile ironi oluşturan film; "Amerikan Aile Yaşantısını" ve bu bağlamda Amerika'yı eleştiriyor gibi görünse de temelde modern metropol kültürünü eleştiriyor. Hem de çok sert bir şekilde! 

-Karakterler birbirine ne kadar yakın olursa olsun; aslında biribirinden tamamen kopuk!
-Herkes kendi dünyasında yalnız ve ciddi bir mutluluk arayışı içinde.
-Manevi ve cinsel paradokslar da cabası!

Happiness, modern şehir yaşantısına dair bu sert söylevi gerçekleştirirken; ironi, kara mizah gibi unsurları fazlasıyla kullanıyor. Anlatmak istediği bu sıkıntılı konuyu, bu şekilde hazmı kolay bir hale getiriyor.

İşte Todd Solondz'u Indie Sinema'nın yetenekli çocuklarından biri kabul etmelerinin nedeni de; bu sıradışı sentez olsa gerek... 

*************************************************************


*Editör: Zirvelerin Özgürlüğü

Yönetmen, bu filme happiness demekle aslında tam bir ironiyi sokuyor gözümüze.


Yönetmenin sanki bütün film boyunca gözümüze sokmaya çalıştığı mutluluk tarifi; "sizi mutsuz edecek olaylara tesadüf etmediğiniz müddetçe mutlu olmaya devam edin..."


Aslında mutluluk nedir ?-Bir gün içinde kazasız belasız evimize ulaşmaktan daha büyük bir mutluluk olabilir mi ?
-Bir düşünün, sabah işe gidiyorsunuz. Fakat şiddetli yağmurdan görüş açınız bir kaç metreye düşmüş, farketmeden kırmızı ışıkta geçip okuluna gitmekte olan ilkokul öğrencisini dümdüz ediyorsunuz.
-Bir hastaneden aranıp, lisede okuyan oğlunuzun aşırı dozdan komaya girdiğini, yaşam mücadelesi verdiğini yada beyin ölümünün gerçekleştiğini haber veriyorlar...


Hadi biraz iyimser olalım en yakın arkadaşınız ile karınızı güpegündüz bir otele girerken görseniz !?

Benzeri durumlarda hak verirsiniz ki; bir günü sessiz sakin tamamlamak en büyük mutluluk olmalı aslında...

Yönetmenin, psikologlar ile bir takıntısı olduğunu düşünmedim değil, takıntıdan öte düşmanca bir yaklaşım içinde, mesleği yerden yere vurmuş filminde...

Bill rüyasında, kamuya açık bir alanda elindeki otomatik tüfekle önüne geleni vuruyo. Bill kendi analizini yapan psikiyatriste durumunu anlatırken, "bu herifte çok iş var" dedim kendi kendime.

Filmimizin ana ekseninde belli bir kahraman yok aslında. Aktörler bayağı bir iç içe geçmiş, kimin neyin nesi olduğunu anlamak kolay olsa da; kamera oradan oraya akarken başım dönmeye başladı. Hatta bu kadar çok aktör filmi yorucu bir hale dönüştürüyor. Filmin ilerleyen karelerinde, izlerken dikkatinizi kaybediyorsunuz. Tabii direktör/senarist bu kadar daldan dala sekince filmin uzunluğu 2'16" ya çıkmış.

Todd Solondz konuyu bu derece dallayıp, budaklamak yerine meselenin özüne biraz daha odaklanabilse imiş; konu bütünlüğü ve işleyiş bakımından tadından yenmez bir eser ortaya çıkarabilirdi.

--Spoiler--
Mesela Joy'un Rus sevgilisi ile olan diyaloglarını kesip, ortanca abla Helen vasıtasıyla mastürbasyoncu yan komşu Allen ile filmin sonunda değil de başında tanıştırılmış olsalardı; bu sayede Allen'in tombul kapı komşusu ve apartman görevlisi cinayeti ile senaryonun özünden kopuk diyalog ve parçalar filmden temiz bir şekilde silinir, konudaki esas oğlan/kıza daha yakın çekim yapılabilir, detaylar iyice özümsenebilirdi.
--Spoiler--

joy karakterini oynayan "jane adams" ile ilk defa bu filmde tanışmış ve oyunculuğunu çok beğenmiştim, yönetmen iki ana karakter çizebilirdi diye düşünüyorum, bunlardan ilki kaybedenler kulübünün aşina üyesi joy ve diğer ana eksen joy'un eniştesi pedifolik sapık psikolog bill eksenine film oturtabilirdi.

Bazı kareler filmde gecekondu gibi alelacele eklenmiş şeklinde algılamaya sebep oluyor. Çok beğendiğim açılış sahnesinde Joy'un neyin nesi olduğunu öğrenemeyeceğimiz erkek arkadaşı ile restorandaki konuşmaları açıkça konuyu pek de desteklemiyor. Maalesef film boyunca Joy karakteri adeta prefabrik yapı gibi çeşitli eklemeler, filmin içindeki bir sahnede aniden belirmelerle gölge bir figüran gibi kalıyor.

2. figüranımız Allen ve Kristina ikilisi. Bu karakterleri filmden çıkarsanız; film bütünlüğünde bir sekme olmayacaktır. Hatta ortanca ablayı da bu sayede filmden tamamen çıkartabilirdi direktörümüz. Zaten ortanca ablanın bütün vazifesi apartımandaki olaylara bir köprü vazifesi ifa etmesi için filme konulmuş izlenimi veriyor.

Senarist ve yönetmenin aynı kişi olmasının film açısından pek çok getirisi oluyor. Hatta kanaatimce en iyi filmler yönetmenin kendi yazdığı senaryoyu yönetmesi ile ortaya çıkıyor. Kimse bir başkasının rüyasını kendi rüyası kadar güzel anlatamaz. Fakat Happiness'ta yönetmen biraz fazlaca duygusal davranarak konu ve olay örgüsünü, sapla samana çevirmiş. Yine de bu filmin/senaristin kafasındakileri seyirciye aktarmasına-iletmesine engel olmuyor.

Filmin aynı başlığında verdiği mesaj gibi adı mutluluk olan bir filmde aslında şok etkisi yaratacak bir takım nirengi noktalarına ulaşıyorsunuz.

-3 çocuk babası psikiyatristin çocuk-sevici çıkması
-160 kilo ağırlığında orta yaşlı komşunuzun tecavüze uğraması. Yine bu bayanın tecavüzcüye yargı ve infazın kendi eliyle yapması gerçeği bir başka deyişle katil olması..
-Yan komşunuzun bütün telefon fihristinde numaraları çevirerek karşısına çıkan bayan kişilerin sesi eşliğinde çavuş tokatlaması

Listemiz böylece uzayıp gidiyor. Senaristimiz hayatın içindeki, bildiğimiz, sezinlediğimiz bir takım kaba gerçeklikleri -ki bunlar pek de dile getirmekten hoşlanmadığımız durumlardır- işte üç maymunu oynadığımız bu halleri gözümüze gözümüze sokuyor. Hatta diyebilirim ki; film bu tezat parçaların, kaba-iğrenç diye nitelendirdiğimiz; toplumsal ahlakın hor gördüklerinin yap-boz parçaları gibiymişçesine birleştirilmesinden oluşturuluyor.

--Spoiler--
Filmin en vurucu sahnesi; Bill ile oğlunun arasında geçen diyalog:

Billy, "okulda babası için sapık dediklerini", dahası; Bill’in, Johhny ve Ronald’a ne yaptığını öğrenmek istemesi üzerine, Bill’in "dokundum, mıncıkladım, okşadım" cevabı ile tatmin olmaması ve soruların bir kıymık gibi daha derine batması gibi bir etki yaratıyor.

-What else?
-I...
-I unzipped myself.
-You...
-You mean, masturbated?
-No.
-Then what?
-I...
-Made love.
-What do you mean?
-I fucked them.
--Spoiler--

Filmi güzel kılan bir takım unsurlar; aynı zamanda filmi olumlu ve yapıcı bir havaya sokmuş. 

İnsan yaratılışına ayna tutması karakterleri olduğu gibi yanlışları ve doğrularıyla sunması. En büyük örneği de; Bill karakteri.

Alalede bir filmde işlendiği gibi değil de; içimize tuttuğu ışığın kaynağını realiteden alması. Kaçımızın komşusu hayatında en az bir defa telefon sapıklığı ve benzeri davranışları yapmamıştır.

Aile bireyleri arasındaki ilişkiler toplumumuz için örnek teşkil etmeli. Baba ile oğlu arasında geçen "come nedir?" mevzusu ve her ne kadar sapık bile olsa; babanın oğluna nasıl yapılacağını gösterebileceği yanıtı çarpıcı idi. Neticede bu satırları yazan da; dahil kaç kişi babasından böyle bir teklif aldı acaba ?

Diğer taraftan eleştirel yaklaşırsak; film tam bir holivud işi olmuş.

Tam bir ahmak kisvesine sokulmuş, ilişkilerinde başarısız küçük kız kardeş,
ateşten gömlek giymiş şuh ortanca abla,
sessiz sakin evinin kadını çocuklarının annesi büyük kız kardeş ile onun pedofili hastası “psikiyatrist” kocası.

Yan rollere de 160 kiloluk kadın katil, sapık mastürbatör yan komşu, hırsız dolandırıcı rus...
Zaten bu karakterleri bir tencereye koyup pişirdiğinizde ortaya illa ki ilginç bir şeyler çıkacaktır. Bu bağlamda yönetmenin popüler kültüre stepne bir film mi, yoksa amerikan kültürünün yarasını deşmek konusunda bir film mi ortaya koymak istediği konusunda da kararsız kaldım.

--Spoiler--
Sondan bir evvel en ağır darbe Bill'e oğlundan geliyor:

-What was it like?
-It was...
-It was great.
-Would you do it again?
-Yes.
-Would...
-Would you ever...
-Fuck me?
-No.
-I'd jerk off instead.
--Spoiler--

20 Aralık 2011 Salı

Cypher (2002)

"Bir ben vardır, benden içeri..."


Çevremizdeki insanlar da böyle değil mi? Herkes birbirinin gözünün içine baka baka yalan söylüyor...

Vincenzo Natali gerilim ve korku öğelerine son derece hakim bir yönetmen olduğunu Cube'te ıspatlamıştı. Fakat filmin oturduğu zemin (yani öykü) o kadar mesnetsizdi ki; son dakikaya kadar seyirciyi kendinden geçiren film, büyük hayal kırıklığıyla bitmişti. 365bin $'lık küçük bütçesine ve öyküsündeki basiretsizliğe rağmen, sinematografik öğeleriyle bile 13 ödül almayı başardı Natali bu filmiyle. Öyle ki; 5 sene sonra bile yapımcı firmalara ekmek kapısı oldu ve 2002'de Cube 2 ile seriye devam edildi. Ardından TV prodüksiyonlarına döndü Natali ve 5 sene sesi çıkmadı. 2002'de ise "Kıymeti Anlaşılamamış Filmler" kategorisinde değerlendirebileceğimiz bir Sci-Fi filmiyle geri döndü: Cypher!

Mutsuz bir evlilik, sıkıcı bir iş. Bunlar Morgan Sullivan'ın yaşamının bir parçasıdır. Fakat artık yaşamına yön vermek gerektiğini düşünen Sullivan, Digicorp isimli firmanın ajanı olmayı kabul eder. Bu sayede iş gezileri nedeniyle farklı yerlere seyahatlere çıkmaya başlamıştır. Katıldığı toplantılarda ondan hiçbir hata yapmamasını isterler. İnsanların gözüne baka baka yalanlar söyler. Görevi bitince gereken sinyalleri gönderir. Ve hoop yeni bir seyahat daha. Morgan Sullivan belki de yıllardır olmak istediği adam olmuştur artık. Önemli bir adam, mutlu bir adam...


 "Cohiba's my favourite brand". Bu bir sigara reklamı mı? Olabilir. Ama asıl mesele başka. Biraz daha sabredin!

Morgan Sullivan bu yeni işinde bir şeyi farkediyor: Hayatında hiç sigara içmese de; Cohiba'yı çok sevdiğini! Her gittiği yerde viskisini on the rocks içiyor. Yanında da sigarası eksik olmuyor.

Tuhaf? Hayatında hiç sigara içmeyen bir adam Cohiba müptelası oluyor. Viskiden başka içki tüketemiyor. Bu işte kesinlikle bir gariplik var?!!!

Hikayenin ilk flashı çakıyor. Evet! Filmin şifrelerinden biri Cohiba! Resme henüz bir anlam kazandıramasa da; ileride senaryonun içinde nasıl ilginç bir nokta olduğunu daha iyi göreceğiz...


Filmin belki de en güzel, en heyecanlı sahnesi. Morgan Sullivan'ın kıç çatalından avuç avuç terin boşaldığını anlardan biri. Resimde hipnotize olmuş kahramanımız ve hafiften şaşkın iki adam görüyoruz.

Bu sahnede ne olduğunu bilmeniz için önce barda Rita'yı görmeniz gerekiyor :)

Bu son derece maskülen film, karakteri filmin merkezine yerleştirirken; izleyiciyi de karakterle bütünleştiriyor. filmi izlediğimiz her an Morgan Sullivan'ın kendisi oluyoruz. Her an onun korkularını ve stresini yaşıyoruz. Son dakikaya kadar nefesimizi tutuyoruz. Fakat filmin sonu tabir-i caizse; KESMİYOR!

****************************************************

Vincenzo Natali gerilim unsurunu somutlaştırma  ve estetize etme konusunda bir dahi. Bunu daha önce de söyledim. Filmi nefesimizi tuta tuta izliyoruz.

Fakat senaryo; son epizotta çuvallıyor. Bir sci-fi kültü yaratabilecek bu senaryo; öykünün finalini son derece gösterişsiz ve yavan bir şekilde bağlayarak; açıkçası biraz hayal kırıklığı yaşatıyor. Biz bu filmi görmüştük :))

Tüm bunlara rağmen filmin çok ciddi bir fan kitlesi olduğunu da belirtmek gerekir.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Nueve Reinas (2000)

Latin Amerika Sinemasından, oya gibi ince ince işlenmiş, bir mütevazı bir başyapıt!

Dokuz Kraliçe'nin ilk karesi??? Filmi baştan sona izleyin. Sonra filmi tekrar açın. Bu ilk sahneyi görünce iyice keyifleneceksiniz. 


Daha ilk dakikalardan detaylar yağmur gibi yağmaya başlıyor. Market dönüşü iki cepten çıkan iki farklı sigara. Mmmm??


Filmin mantıksal tutarlığı açısından buradaki yüzük sahnesi çok önemli.


Marcos'un paranın kenarını neden yırttığını anladığınızda filme biraz daha bağlanacaksınız. Dokuz Kraliçe'nin senaryosundan büyük bir deha fışkırıyor!


Bielinsky'nin güven mefhumunun altını çizdiği bir sahne daha. Kadının bozulan asansörden çıkması için çantasını Marcos veya Juan'dan birine vermesi gerekmektedir. Karar vermesi hiç de zor olmaz.

Bazı yönetmenler vardır. İlk filmleri bir acemilik işi olur. Bu kabul edilebilir bir şeydir. Bazıları da ilk atışta hedefi 12'den vurur. Mesela Orson Welles'in Citizen Kane'i. Daha yenilere bakacak olursak; David Cronenberg'in "Shivers"ı yahut Darren Aronofsky'nin "Pi"si. Fabian Bielinsky de ilk atışta hedefi tam isabet ettiren yönetmenler kulübüne adını yazdıranlardan. "Nueve Reinas" kitlelerce çok bilinen bir film olmasa da; sinefillerin gönlüne kazınmış durumda.

İşte bu kez farklı bir şey yapalım: Bu muazzam filmin tadını kaçırmaktansa; 25. dakikasında Stop'a basıp, kapatalım. Filmi izlediğinizde neden böyle bir şey yaptığımı daha iyi anlayacaksınız...

29 Haziran 2011 Çarşamba

Everything You Always Want To Learn About Sex* (1972)

İroninin dibi...

Woody Allen sinemasını çeşitli bölümlere ayırabiliriz:
-Ağır ironi ve alay içeren absürd komedi filmleri. (70'ler ve 80'lerin ilk dönemi)
-İlk döneme kıyasla daha derli toplu komedi dozu içeren ve sosyal mesajı veren filmleri
-Son dönemdeki piyasaya yönelik işleri. Keza bu filmlerde Allen'ın kendine özgü fırlama mizahını da görmek mümkün değildir.

Yönetmenin bu filmi; Bananas'tan sonra yavaş yavaş ortamlara alıştığının göstergesi. '72 yapımı filmde; seks hakkında merak etmediğimiz ne varsa anlatmış:) İnsanların seks konusundaki tutuculuklarıyla ve tabularıyla tatlı tatlı dalgasını geçmiş. 6 farklı konu. 5 orta metrajlı+1 kısa metrajlı film=Everything You Always Want To Learn About Sex.

Do Aphrosiacs Work?

"Orta Çağ'da bekareti korumak için ilginç yöntemler vardı" derlerdi de inanmazdım.


Kahramanımız, kemeri kıramadığı gibi bir de arasına elini sıkıştırmayı başarıyor!

Kralın soytarısı bir gün işini yaparken karşına inanılmaz bir fırsat çıkar. Kralın karısının içtiği iksirler afrodizyak etkisi gösterince, soytarı için hayatının en büyük çapkınlık fırsatı doğmuştur. Ama kemer sadece kraliçenin bekaretini korumakla kalmaz...

What is Sodomy?

İlk görüşte aşk dedikleri şey bu olmalı herhalde?!


Şehvet dolu bir aşk gecesinin sonunda yakılan orgazm sigarası...

 

Ne? Gerdanlık mı?! 


Evet gerdanlık! Ona almasın da kime alsın. Daisy, dişiliğiyle erkeğinin ilgisini çekmeyi her daim başarıyor. Jartiyer de çok yakışmış:)

2. epizotta absürd mizahın gaz pedalına fena köklüyor Woody Allen:

Dr. Ross (Gene Wilder) yoğun günlerinden birindedir. Hastalar ardı sıra gelirken, ilginç bir şey olur. Ermenistan'ın köylerinde çobanlık yapan bir adam, 'ünlü bir doktor' olduğu gerekçesiyle muayenehanesine gelir Ross'un. Derdi öyle ilaç yazıp gönderilecek gibi değildir, çok başkadır: Ermenistan'ın dağlarında, yalnız günlerinden birinde koyunu Daisy ile halvet olmuş ve bu günden sonra Daisy'iye çılgınca aşık olmuştur. Ama bir süre sonra o ihtiraslı Daisy gitmiş, yerine buz gibi bir dişi gelmiştir. Ross'tan koyunu tedavi etmesini ve tekrar onu sevmesini sağlamasını ister Milos. Fakat taa Ermenistan'dan deva bulmaya gelen Mr Milos, kurda kuzu emanet ettiğinin farkında değildir...

Why Do Some Women Have Trouble Reaching An Orgasm?

İşler gerçekten çok kötü: Fabrizio ve karısının orgazmla ilgili çok ciddi bir sorunu var. Karısı bu sorunu nedeniyle yatakta bir buzdolabından farksız!


Bazen çözüm bulmak için denediğimiz yöntemler başımıza daha çok bela açar. Cayır cayır yanan şey; bir fön makinası değil.


Fabrizio ve karısının çözümü bulduğu anlardan biri. İyi de Ayna grubunun vokalisti değil mi bu:P


Fabrizio ve sevgilisinin mutlu sonu.Bazen kadınlar "ilişkimize biraz heyecan lazım" derler. Umarım hepsi böyle bir şeyden bahsetmiyordur:) 

 Are Transvestites Homosexuals?

Kadın elbisesi giymekten bu kadar hoşlanan bir adam olabilir mi? Evet çünkü adam tam anlamıyla bir "crosdresser"

Kadın kıyafetleriyle böyle fena bir durumda olmak; bir erkek için açıklaması zor bir durum olsa gerek!

Ne yaşta olursanız olun; crossdresser olmak çoğu kez açıklanabilir bir şey değildir. Bu filmde karakterin talihsizliği maalesef onu bir ikileme sokuyor: Bunu açıklamak veya bu işten sıyrılmak. İşler hayli zor...

Are the Findings Of the Doctors & Clinics Who Do Sexual Research & Experiments Accurate? 

Piskopat bir doktorun, laboratuvarında özel deneylerle yarattığı katil bir meme şehre doğru ilerlemektedir...


Meme daha önce birçok kişiyi aynı şekilde öldürdü. Fışkırttığı sütün içinde boğarak. Offff :))

 

Allen, Amerikan filmlerindeki radikal Hristiyanlıkla tatlı tatlı dalgasını geçiyor. Evet cani bir memeyi ancak bir haçla durdurabilirsiniz.

What Happens During Ejaculation?

Mideye fettucini'nin girişi. Birazdan yukarıdaki kanaldan şarap da gelecek. Midedeki hücreler işlerini en doğru şekilde yapmanın telaşesi içinde.


Silindirler üzerinde ilerlerken, üzerine fırçalarla sıvı sürülen şeyin ne olduğunu anlamak; filmi izlemeyenler için kolay olmasa gerek...


Bu adamlar inşaatta çalışmıyor. Bir erkeğin hayatta mutlu olmasını sağlayan 4-5 şeyden biri için savaş veren hücreler. Bütün yük onların omzuna bindi. Beyin anca versin sinyali, başka bir faaliyet yok:)

 

Resimde marsa ayak basmaya hazırlanan astronotlar yok. Ulvi bir amaç için kanala doğru ilerleyenler yıllar boyu yumurtayı nasıl dölleyeceklerine dair eğitimler alan spermler. Evet işte o an geldi!


Gözlüklü bir sperm?! Ah nasıl bir adam. Sperm kılığında bile gözlüğünü çıkarmıyor:)) Evet spermlerden biri isyanlarda! Korkuyor. Bir spermin korktuğu şey ne olabilir ki?? :))

Filmin kapanış bölümü gerçekten absürd sinemanın ulaştığı doruk noktalarından biri. Bazı filmleri anlatmak asla mümkün olmuyor. "Everything You Always Want To Learn About Sex"in boşalma üzerine bir hikaye anlatan bölümü de böyle 'anlatılmaz' bir film. Woody Allen'ın dehasını somutlaştıran bu bölüm; filmin de en güzel epizotu. 

Benden bu kadar, izleyin görün :)



27 Haziran 2011 Pazartesi

PVC-1 (2007)

Abartılmış bir yapım...

İşte Poli-Vinil-Klorür'den yapılma plastik dirsek borularımız ve de içine yerleştirilmiş bomba düzeneğimiz. PVC-1 dediği tuvalette yukardan kafana lağım suyu damlatan naylon borusu ha; başka bir şey değil :))


Çerçevelerde sürekli bir; öndeki karakterin büyük görünmesi, arkadakilerin küçük görünmesi durumu var. Film boyunca buna benzer kareler görüyoruz.Yönetmende bu olay feci halde takıntıya dönüşmüş. Fakat karelerde anlamsal bir yön yok. Sinemada "karelerde anlam yaratmak " düsturuna göre en öndeki karakterin manevi veya maddi olarak güçlü bir karakter olması gerekirdi. Maalesef öndeki karakter manevi olarak en zayıf durumda olanı!


İşte bir kare daha yakaladık. Yönetmenimiz gerçekten obsesif:) Fakat bu sefer oldu: Öndeki karakter Coronel dedikleri kişi. Yani kumandan. Hal ve tavırları da frame'deki yerini doğruluyor. Şimdi oldu ama yönetmenin kareleri çözme konusunda ciddi problemi olduğu kesin.

Spiros Stathoulopoulos aslen Yunan asıllı. Küçüklüğünde ailesiyle Kolombiya'ya yerleşmiş. Sinemaya küçük yaşlarında ilgi salmış ve bir kısa film ödülü bile almış. 18 yaşına geldiğindeyse; sinema okumak için ülkesine geri dönmüş. Küçüklüğünde kazandığı Latin Amerika tecrübesi onun için büyük şans olabilir. Özellikle sinema hayatına ABD'de devam ederse...


PVC-1, 2007'de Cannes Film Festivali'nde Director's Fortnight'ta gösterildi. O dönem eleştirmenler tarafından inovatif bulundu ve beğenildi. PVC-1, maalesef tam anlamıyla; ABARTILMIŞ bir yapım...

*****

Kolombiya'nın ormanlık kesiminde küçük bir çiftliğe, silahlı bir çete tarafından baskın yapılıyor. Öncesinde hiçbir bilgi sahip olmadığımız bu adamlar kim?

Çete, çiftlikteki aileyi silah zoruyla evin bir odasında topluyor. Aileyi silahla korkutan çete; "Para nerde?" diyor. O insanlar kadar biz de şaşırıyoruz izleyici olarak "ne parası?" diye. Evet saldırganları tanımıyoruz, aileyi tanımıyoruz. Gerçekten olduğu bile belirsiz oan bir paradan söz ediliyor. Biz de saf saf izliyoruz....:)

Evin reisinin boynunu ölçüyorlar. Boynunun kalın olduğunu farkedince; boyuna takılan bomba düzeneğini adamın eşine takıyorlar. "Parayı verin!" diyorlar ve gidiyorlar. Tak boynuna bombayı bas git. Şaka mı şimdi bu?! :)

Adam, eşi ve küçük kızıyla birlikte bir yolculuğa çıkıyor. Ormanların arasından, derelerin üzerinden geçiyorlar. Seyirci olarak ilk başta, gerçekten parayı getirmeye gittiklerini sanıyoruz ve yeşilliklerin arasından ilerlediğimiz bu yolculukta biraz sıkılarak da olsa üçlüyü takip ediyoruz. Tabii bizimle birlikte yönetmen de?

Bu filmi inavotif kılan şey; senaryosu, muhteşem oyunculuğu, muhteşem kadrajları ve yahut buna benzer bir sinema olayı değil. Bu filmi sıradışı kılan; yönetmenin aktüel kamerayı omuzlayıp; filmi tek sekansta çekmesi. Bazı eleştirmenler bunu çoook yaratıcı buluyor. Evet film olarak yaratıcı ama ilk kez düşünülmüş bir şey değil: K. Otomo'nun 95 tarihli Memories'indeki 3. no'lu hikayeye; Canon Fodder'a bakalım önce:


Demek ki; çok da yeni bir fikir değilmiş, dediğim gibi. Fakat işte filmin tek numarası bu. Filmin tek kareyle kurgulanmış olması. Aslında bir numarası daha var. Filmdeki öykü gerçek bir hikayeden alınmış. Biz izleyiciler olarak "based on the true strory" durumu varsa; "ooo gerçekmiş ya!" diye salyalarımızı akıtarak izliyoruz. Bu film gerçek olsa ne olur?! "Bizim de boynumuza naylon boru geçirirlerse!" diye filmi izlerken korkudan tüm tırnaklarımız kemirelim mi? Yok böyle dünya:)

Filmin ana karakterlerinin oyunculuğunu çok kötü. Adamın ve eşinin, ağlamayı-korkmayı beceremeyen çocukların, kumandanın...Hepsi birer karikatür gibi. Bombanın yerleştirildiği maddeden bile daha plastikler. Ama buna rağmen bu karakterlerin gerçekçi olduğunu, şiddeti bizim içimize işlemelerini sağladıklarını iddia edenler var. İlginç :)

Bazı filmlerde, çok derin manası varmış gibi görünen bazı garip diyaloglar vardır. Konuşurlar da konuşurlar, Dinlersiniz dinlersiniz, hiçbir yere varamazsınız. İşte bu PVC-1'ın 2. kısmındaki diyaloglar da böyle. Tamamen kof.

Bu filmi izleyeceğime; Tarkovski'nin (sıkıcı dedikleri) Stalker'ını 4. kez izleseydim; kendim adına daha iyi bir harekette bulunmuş olurdum herhalde...

Dipnot: Arada kötü filmlerden de bahsetmek iyidir. İyi filmlerin namı yürüsün:)