3 Mart 2014 Pazartesi

Böcek (2013)



2000 yılında perdede sadece 59 bin kişinin izlediği Fasulye filminin, (sinefillerin de yazıları sayesinde) gerçek değerini bulması çok uzun sürmedi...

Fasulye, Türk Sineması'nda hiç yaşamadığımız bir deneyimi yaşatmıştı bize. Henüz ilk senaryosunu yazan Haluk Özenç, absürd olaylarla donatılmış bir kara mizah öyküsü yazmıştı. Şimdilerde komedi ile neredeyse aynı şeymiş gibi düşünülen; küfür, hakaret, enseye tokat gibi banallıkları barındıran tuvalet mizahının yerine; ingiliz tipi, geveze ve hınzır diyaloglara dayanan bir komedi film izlemiştik. Belki çok kahkaha attırmıyordu ama yüzümüzdeki o tatlı sırıtma ifadesi film boyunca hiç kaybolmuyordu. 

Yeni bir film daha çekerler diye umutla bekleyenlere inat, Bora Tekay ve Haluk Özenç ortaklığı 2000 yılından sonra bir daha hiç kesişmedi.

"Acaba neden bunca yıl sinema ile ilgilenmediler?" diye soranlara Bora Tekay'ın filmografisi ile cevap vermek mümkün: Bora Tekay@IMDB

ve aradan geçen onca seneden sonra ikilinin yeni filmleri Böcek, If İstanbul'da görücüye çıktı... 


Fragmanı izleyerek film ile ilgili bilgi sahibi olmak mümkün değil. Fakat ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için belki de filmi izlemeniz bile yeterli olmayacak!..


Uğur ve Leyla'nın gizliden gizliye yaşadıkları ilişkilerinin evliliğe gitmesinin önünde önemli bir engel vardır: Leyla'nın abisi Engin. Engin, kız kardeşini kendisinin uygun gördüğü bir kişiyle evlendirmek istemektedir. Uğur ve birlikte dvd dükkanı işlettiği iş arkadaşı Barış bu olayı çözmek için kara kara düşünmeye başlarlar.

Barış'ın aklına, Uğur ve Leyla'nın aşkını anlatan bir kısa film çekmek gibi dahiyane (!) bir fikir gelir. Bu film sayesinde Uğur, aşkının büyüklüğünü Engin'e ıspatlayabilecektir. 

Engin'i etkileyebilecek nitelikte bir film çekebilmek için dükkandan sanat filmleri satın alan bir kişiyle temasa geçip; yönetmen, senarist ve oyuncu arayışlarına başlarlar. Fakat bir süre sonra bu basit kısa film onlar için fazla külfetli olmaya başlar...


Hazmetmesi zor bir film. Hazmı zor deyince aklınıza Liquid Sky veya El Topo gibi şeyler gelmesin, Alakalı-alakasız sahnelerin birbiriyle eklenmesi, kurgudan ziyade televizyon skeci tadı veriyor. Komiklikten ziyade, kara mizah kisvesiyle, neden çekildiği bile belli olmayan garip sahneler izliyoruz.

Peki öyleyse, skeçlerin kolajlanmasından ibaret denilen Recep İvedik'in bu filmden eksiği nedir?


Filmin içinde geçen ilginç bölümler yok muydu? Vardı elbet...

Haluk Özenç ve Bora Tekay absürd komedi perdesi arkasına saklanıp, sinema sektörü adına basbayağı günah çıkartıyor...

Biz koltuklarımızda öyle gerine gerine otururken, film çekmenin bizim sandığımız kadar kolay olmadığını, bunun için düşündüğümüzden çok daha fazla para ve nitelikli insan gerektiğini üstü kapalı bir şekilde anlatmaya çalışmışlar. 

Tabi tüm bunlar olurken; senarist, yönetmen ve yapımcıların birbirine sürekli yalan söylediğini... 
Çoğunluğun, öncelikli amacının para kazanmak olduğunu...
Bu sektördeki insanların bir kısmının nitelikli dolandırıcı olduğunun da vurgusu yapılıyor.

Fakat tüm diyalogların içinde cımbızla çekip, ortaya koymak gereken önemli bir mesaj daha var.
Haluk Özenç ve Bora Tekay; film çekmenin zorluklarını, dönen dolapları eleştirirken, arada tokadı seyirciye de patlatmışlar.

Haluk ve Uğur'un konuştuğu sahnede, Haluk:

"Kadrajı boşver. Kadraj önemli değil. Bunları izleyici önemsemiyor. İyi bir senaryo yaz ve kamerayı yüze fokusla..."

Film, bu sahnede bize açık açık "TÜRK İZLEYİCİSİ KALİTESİZ" diyor!

Peki öyle mi?

Şu an tv'deki dizilerde geniş plan çekim yok...
Ekranda kocaman bir yüz izliyoruz... 

Neden? çünkü seyirci, içinde filme dair soyut kalıntılar bulunduran açılar ve geniş planlar istemiyor! izleyici güzel bir öykü istiyor... Güzel suratları yakından görmek istiyor... Seyircinin kapasitesi bu. Daha sanatsal bir filmi algılayabilecek düzeye sahip değil.

"Böyle bir kitleye ben ne filmi çekeyim ki, dizi çekerim, para kazanmaya devam ederim" gibi net bir mesaj çıkıyor ki; bu da; 80 dakikalık, film taklidi yapan skeçler topluluğu bittiğinde, kendimi izleyiciden çok Peder Jose gibi hissetmeme sebep oldu :)

Filmin yapmaya çalıştığı şey; yani kurmaca belgesel ve kendi hayatını kameraya alma olayı, sinemamız için sanıldığı kadar taze bir ürün değil. Özellikle 2005 yılından sonra bağımsız sinemacılar bu tip filmlere ilgi duymaya başladılar. Böcek ile kıyaslandığında çok daha eli yüzü düzgün yapımlar mevcut. Eğer bu film ilginizi çektiyse, diğerlerini de listenize almayı unutmayın...

*Türev (2005)
*Ev (2010)
*Film (2011)


19 Ekim 2012 Cuma

Bad Lieutenant (1992)

İyi polis var mıdır??

Aykırı yönetmen Abel Ferrara'nın, King Of New York'tan hemen sonra çektiği ve kült filmler antolojisine rahatlıkla girebilecek bir film Bad Lieutenant...

Film, pis işlere bulaşmış ve madde bağımlısı olan teğmen rütbesindeki bir polisin hayatından bir kesiti anlatıyor.

2 çocuklu bir aile babası olmasına rağmen o; Bronx'un bütün pisliklerinden haberdar olan; her türlü torbacıdan, hırsızdan pay alan veteran bir kötü polistir.

Onun için hayatta iyilik kavramı diye bir şey asla olmadı! Kendini pisliğin içine bırakmış ve bu hayatta bir şekilde yaşıyor. Kötülüklerle mücadele ederek değil ama! Bizzat kötülüğün kendisi olarak... 



Böyle bir film için fazlasıyla romantik bir an?


Polis yine iş başında?!

Bronx'un mahalle arası hırsızları bir dükkanı soyuyor. Peki tesadüfen olay yerine teğmen gelirse?! Zenci hırsızlardan birinin duruşundaki çaresizliğe bakın. New York'un bütün serserilerini tanıdığı gibi onları da çok iyi tanıyan ve kendilerinden daha pislik olan bir adamın, "bin bir zorlukla" çaldıkları paraları onlardan "kolayca" alması...İşte çaresizliğin asıl sebebi bu!


Filmin meşhur mastürbasyon sahnesi


"Real Justice 4 You": Polis, rahibeyi iyilik için değil adalet (?!) için ikna etmeye çalışırken...



Her şey sonucu olarak yine tek suçlu o mu?


İyilik Mefhumu: Sapla saman karışırsa?!


Arkaki "It All Happens Here" sözü, yalnızca boks maçı için söylenmiş olabilir mi?!

Teğmen rolündeki Harvey Keitel'ın, Rahibe ile konuştuğu sahne, karakterin psikolojisine dair en net detayı veriyor. Teğmen'in, iyilik ve adalet kavramlarının birbiriyle hiç örtüşmemesi ve bilhassa iyilik mefhumuna olan yabancılık; ana-karakterin dibe vurmuşluğunun somutlaşmış haliydi.

Bir kara-film olmasına rağmen Abel Ferrara'nın filmografisinde ışık gibi parlayan Bad Lieutenant, aslında sadece batağa bulaşmış bir polisin yaşamından bir kesit anlatmıyor. Bu kesiti anlatırken, insanlığın yaptığı en önemli yanlışlardan biri olan; hatayı kendi yerine başkasında arama gafletini çok sert bir biçimde eleştiriyor. Kör gözüm parmağına şeklinde değil de; öykünün içine gizleyerek verdiği bu ilginç mesaja ulaşana kadar Bad Lieutenant bizi de kendisiyle beraber dibe çekiyor...


Kapanışı, filmdeki Johhny Ace versiyonuyla değil Elvis Presley'nin söylediği versiyonla yapalım. Belki bizi filmin bunalımlı atmosferinden çıkarır.


"I'll Forever love you for the rest of my days"





-












13 Ocak 2012 Cuma

Crimen Ferpecto (2004)

Sen bana fazla iyisin!

Madrid'deki büyük bir avm'nin departman müdürlerinden Rafa, nefret ettiği gelecek modelini betimlerken...


Rafael kadınları bölümünün müdürüdür ve çalışan kızlar da tam onun zevkine göredir. Kızlardan biriyle 
her zamanki rutin olaylarını gerçekleştirirken; bunları kimsenin görmemesi için hassas davranıyordur. Arkaplandaki insanların bakışına bakın. Bu resim tesadüfi değil, gören gözleri ifade ediyor.


Rafa'nın mutlu bir akşamı. Sevgilisi değil. İşyerindeki güzel takıntılarından biri. Kullandıkları her şeyin üzerinde fiyat etiketi olmasına dikkat edin. Bu güzel akşam yemeğini nerede yiyor olabilirler? Mmm ilgiiiinç!


Başın öne eğilmesin...


Filmin başlarında bir tanrı rolü çizen Rafa prova odalarının altındaki boşluklarda bir köstebek edasıyla ilerliyor. Yakıştı mı?!


Bu ayakkabıların kime ait olduğu Rafael için çok önemli. Öğrendiğinde...


...bir şişme erkek gibi her dakika kullanıma hazır bir adam olacak. İyi de adamımızın seks ile arası her daim iyi değil miydi? İzleyin :)


Garaj kapısı açıldığında göreceği tablo gerçekten çok can sıkıcı


Filmin önemli anlarından biri.


Reklam panolarına kadar düştü mü bu adam? Hayır alakası yok!


Üzerine ketçap sıkılan bir manken?


Bu bölümde ensesini eline koyduğu yere dikkatli bakın. Devamlılık hatası var.


Veeee kapanış. Rafael'in üstüne sıçrayan bu çamurun; suratına patlamış sert bir şamardan hiçbir farkı yok :)

Aslında kitlelerin daha çok "La Comunidad" ile tanıdığı, İspanyol yönetmen Alex De La Iglesia; bu filminde de klasik stilini konuşturuyor.

-Kara Mizah
-Yoğun İroni
-Gerilim/Şiddet
-Girift Öykü

Film, bir avm'nin bembeyaz bir ortamda yaptığı sözlü/pratik sınavla açılır. Bir müşteri temsilcisi nasıl olmalı? Görürüz ki; avm yönetimi hiçbir personele tam puan vermez. Sadece bir kişi 100 puan almıştır. Bu kim diye düşünürken; kadraj döner ve Rafael'e gelir. 

Bu dakikadan itibaren Rafael bir tanrı figürü sergiler. Hayal dünyası ve fikirlerini onun ağzından ete kemiğe bürünmüş sahnelerle izleriz. Bir sunucu gibi filmin her yerinde gezer. Sevdiklerini, sevmediklerini bize anlatır. Kısa sürede Rafael'in nasıl bir tip olduğunu kafamıza kazırız. 

Seyircinin kafasında oluşan bu lider ve ne istediğini bilen erkek figürü aslında o kadar da lider değildir. Hiç önemsemediği erkekler departmanının müdürü Emilio, çok kıymetli bir smokin satarak; satışlarda rekora gitmektedir. 

İki kişi arasındaki hasılat rekabeti önemlidir. Çünkü o gün yapacakları hasılat yeni avm müdürün belirleyecektir...

Film bu dakikadan, (Iglesia'nın her filminde olduğu gibi) sonra bize keyifli, ilginç ve sürükleyici anlar vaat ediyor. Sonunda da çok hoş bir süpriz olduğunu belirtmek gerek :)

12 Ocak 2012 Perşembe

Issız Adam (2008)

--Yazı spoiler içerir--


Filmin başlarındaki kulüp sahnesi. Alper kulüpte uzaktaki bir kızla kesişir. Geleyim mi diye işaret yapar. O sırada sevgilisi gelip, kızın boynuna girer. Kız, alper'e bu gece şansın yok bakışı atar. Önceki threesome sahnesi ve akabindeki gelen bu sahneyle birlikte Alper'in seks düşkünü olduğu kadar dışa dönük, çapkın biri olduğunu öğreniyoruz. 


Anladık! Adam yatakta fazla sert. Fakat bir seks sahnesi bu kadar amiyane şekilde çekilir mi? Hem ucuz hem gereksiz gülünç. Bu sahne karakterin cinselliğine dair sert bir söylevde bulunmaktan ziyade filme ucuzluktan başka bir şey vermiyor. İnsan Body Heat'teki gibi bir şey bekleyince, bu paçoz sahne mideye oturuyor haliyle :)


Annesinin telefonunu EV diye kaydetmesi ve canı istemeyince sessize alması önemli bir detay.


Hovardalık Dersleri Pt-1: Sessiz ve kararlı bir şekilde yaklaşın. Bir bahane bulup, diyalog kurmaya çalışın...


...ve kızın verdiği muazzam ayar!

Detaylara dikkat: Tezgahta sol tarafa özenle yerleştirilmiş kitaplara bakın. 

-Söz Meclisten İçeri.../Uğur Mumcu
-Hoptirinam/Aziz Nesin

Kitaplara lafım yok. Çok güzel kitaplar. Fakat Çağan Irmak'ın bunları buraya koyması bana hiçbir şey ifade etmiyor. Ne yani kendini politize mi etti şimdi. Bu kitapların şuradaki duruşu bile yapay. Özenle yerleştirilmiş. Biz görelim diye gözümüzün içine sokulmuş. Birazdan yokuş aşağı koşma sahnesinde de böyle yapaylıklar göreceğiz. Devam edelim...


Benim gibi Taksim, Tünel, Cihangir gibi mekanları avucunun içi gibi bilenlerin gözünden kaçmayan bir mekan hatası. Az önceki planda geçen kazıkçı sahaflar Sıraselviler'de, Taksim İlk Yardım'ın karşısındaki pasajdalar. Ada nerden çıkıyor. Girişi Balık Pazarı'ndan olan pasajın Boğazkesen'deki çıkışından. Sıraselviler nire Galatasaray nireee?


Hovardalık Dersleri Pt-2: Bir kağıda (kitaba, broşüre) telefonunuzu yazıp, kızın eline tutuşturmayın. İşe yaramaz ;))


Vakti zamanında bu sokakta oturmuştum. Fakat Boğazkesen'i hiç böyle görmedim. "Komşular film çekiliyor koşun koşun". Şaka bir yana; üşenmemişler herkesi kaldırıma toplayıp, aşağı Alper'e baktırmışlar. Aşağı koşan bir adam yahu. Neden hepiniz bakıyorsunuz, çükünü mü gösterdi yahu! Bir filmde klişe olur da; böyle yersiz ve çirkin olunca garip geliyor. İnsanları sokağa saksı gibi yerleştirmeleri mi? Ona zaten baştan erör vermiş durumdayım  :))


Yeni basılmış bir kitaba nasıl ikinci el ruhu kazandırılır. İnsan ruhunun derinliklerinden gelen sıcaklıkla!

Şimdiye kadar hafiften bir entelektüel imaj çizen Alper, bir anda durakta "pardon bağyan tanışabilir miyiz" diyen, cıvık kıro modeline dönüştü. Espiriyi de, Alper'in bu tavrını da sevmedim.

Kitabı göğsüne yaslayıp, "Benim, benim, ısın ısın" derken, Alper'in suratına bakın. Bir kız olarak ağzına iki tane çakmak istemiyor musunuz? :)  

"Tarık Akan da Ah Nerede de böyle yapıyordu" diyebilirsiniz. Ama o hiç modern şehir elitisti triplerinde değildi. Hatırlatırım.

Filmin bu bölümünde mizah sosu adı altında aşırı avam diyaloglar dönüyor. Ada'nın yaptığınız "espiriler sit-kom espirilerine benziyor demesi ve suratındaki ifadeye bakın?

Ada karakterini; ilişkilerde tecrübeli ve yediği kazıklardan dolayı önyargılı birine dönüştürmek için fazla mı kasılmış. Utanmasa adamın suratına tükerecek:)


Hovardalık Dersleri Pt-3: Alper yediği son ayardan sonra injury times'a geçiyor ve küsmüş numarası yapıyor. Romantik-komedi seviyorsanız bu kısımları çok beğenmiş olabilirsiniz. Şaşmamak gerek. 

Cemal Hünal için kısa bir not düşeyim. Filmde bazı yerlerde rolünü son derece iyi oynamış. "Hordalık Dersleri" adını verdiğim bu bölümdeki oyunu tatminkardı. Surattaki o şeytansı gülüş, yeri geldiğinde yarattığı kalbi kırılmış çocuk imajı son derece iyiydi. Melis Birkan ise ölmüş bir hastanın kalp atış çizgileri gibi. Filmin her noktasında aynı kötü oyunculukla istikrarını sergiledi.

Özellikle şu tanışma sahnesini başından itibaren izleyin. Kitapçı sahnesi haricinde dişe dokunur bir şey göremeyeceksiniz.


Filmi zaten seyrettiniz. Biliyorsunuz. Alper en son küsüp kızın yanından ayrılmıştı. Gururu yalancıktan incinmişti :) Halbuki hiç ayrılmadı ve kızı takip etti. İnsan da biraz utanma olur, haya olur. Ne yüzsüz adammışsın Alper!


Ada'ya bak? Kelle gibi sırıtıyor! Kızma deme kızarım! 

Az önce düşmana bakar gibi bakan kız değil mi bu? Aynı gün içinde 3. kez karşılaştığı adama, başından beri çizdiği portföye göre "eee yine mi sen. sıktın ama!" diyecekken işte böyle gülüyor. Seyircinin dekoder ısındı. Bi kapatıp açın düzelir.


Hovardalık Dersleri Pt-4: Alper, olmayan çocuğuna kıyafet almak istiyor ve artık harbiden bayıyor. Çağan Irmak burada aslında modern şehir erkeğinin çapkınlık trüklerini ortaya dökmüş. Fakat hareketler kaliteli bir adama yakışmıyor. Alper karakteri ile izleyici arasına dikenli teller örülüyor. Ada ile bütünleşelim? Onu da gördük demin. Yanarlı dönerli!

Kameranın merceği mi bozuk? İkilinin bir araya geldiği her karede karakterlerden biri arka planda flulaşıyor. Eğer karelerden anlam yaratmaktan filan bahsediyorsanız bahsetmeyin. Çağan Irmak'ın öyle şeyleri pek taktığı yok çünkü. Bu oyunlarla romantik atmosfer yaratacak işte kendince...

Bazı sahneleri alamıyorum. Yazı uzayacak diye. Cemal Hünal'ın bu sahneden sonra telefonla konuştuğu sahneyi izleyin. Nasıl bir ucuzluk kokuyor görün

-Küfretme lütfen çok ayıp (İlkokulda teneffüste tartışan çocuk gibi :D)


Mm romantik adam geri mi geldi ne? Ama görüntü gene bulanık. Artık söylemiycem bundan sonra siz görün :)


Kızı balıketi ve gıdıklı görünce kek yaptı adam. Aferin. İşte şimdi doğru sulardasın :))


Filmin güzel anlarından biri...


Filmdeki yan karakterler: Mutfak personeli. Bu iki kızın diyalogu filme öykü, kurgu ve eğlence olarak hiçbir şey katmıyor. Alper'in çalışanlarının, kendi aralarında, onunla ilgili dedikodu yaptıklarını bilsek ne, bilmesek ne?  Personelin diyalogu bile tatsız. Komik veya ilginç bir sahne olsa araya lezzet katabilirdi. Ama o da değil. Anlamsız bir sekans...


Plaklar, yemek kültürü, kulüpler, barlar vs. Birçok konuda etkin olan bir adam Beyoğlu'nun pasajlarında satılan espirili didit baskılı tişörtlere bir kasabalı edasıyla yaklaşınca garipsiyorsunuz. 

Ya da durgun atmosferinde şarap içen bir adamın telefonu çalınca, diyalogun içinde:

-#31# yapıp aradım ama gizli numara kabul etmiyorsun

gibi gereksiz detayda bir sözcük duyunca filme bir türlü ısınamıyorsun. İmei numarasına nasıl bakıyorduk. Onu niye söylemediler. Senaryo, reji, metin yazarları: Oturun hepinize sıfır! :)


Melis Birkan'ın, şu kek güzel olmuş derken ki ifadesine bakın. Nasıl bu kadar "az inandırıcı" olabilir. Ayrıca nasıl bu kadar çirkin resim verebilir bir oyuncu. Aklım almıyor?

Video yayınlayabilseydim keşke. Şu kek muhabbetini yazayım :)

-Nerden aldın bu arada? Annen filan mı yaptı?
-(Muzaffer komutan edasıyla sırıtır) Sıkı dur şimdi! Ben yaptım onu
-(Suratını ekşiterek) Oldu canımmm yedim bende! Gerçi yedim yani. Sen gittikten sonra sinirden oturup hepsini yiyip bitirdim. Hiç şişkinlik yapmadı koca kek. Gerçekten kim yaptı onu?

Geri kalan kısmı yazmaya gerek var mı? Ucuzluk akıyor diyorum inanmıyorsunuz :))


Resimdeki yerin arkasında 45'lik yazıyor. Çalan müziğe bakın. Bakın, çünkü böyle bir yer yok. Tamamen hayali. Fakat bu filmi izleyenler, Galatasaray'daki salaş rock bar; "45'lik"i buradaki 45'lik sanmışlar. Mekanın sahibi bu işten acayip ekmek yemiş. 10-15 yıllık mekanın konseptini değiştirmiş. Şaka gibi :))

Şarkı söyleyen adam ise Oya-Bora'nın Bora'sı.

Peki ya Alper? Duygusal bir adam imajı çiziyor değil mi? Seyirciyi nasıl da kandırıyor yönetmen. Acımasızca...


Ada'nın dükkanına gelen müşteriler. Daha önce söylediğime ikinci örnek. Bu sahnenin de filme hiçbir katkısı yok. filmi uzatmak için kasılmış. Üstelik bu bölüm hayli sıkıcı.

Akabinde dükkana gelen Alper'le bilindik konuşmalar:
-My name is Bond. Alper Bond.
-Ama lütfen ya! Hala mı geyik yapılıyo. Ben ortaokuldaydım yani.
-Ee iyi o kadar da eski değilmiş.


Cemal Hünal ile Melis Birkan çift olarak birbirlerine hiç yakışmamışlar. (İyice yerden yere vurduk :D)


Bu yol hiçbir zaman bu kadar kalabalık olmadı. Film için araya lezzet katılmış. Figürasyonlar iyi ekmek yemişler. Allah bereket versin. Ha biri "açık diyafram, bulanık arkaplan" filan mı dedi. Mutfakta biri mi var :))


Ada'ya özel bahar temizliği. Özellikle memleketten anne gelince yapılırdı bu tip temizlikler. Hatırlayın. Yaşanmışlıklar var diyorlar da inanmıyorsunuz :))


İşşşte filmin en güzel bölümü. Alper ve Ada'nın birlikte yemek yaptığı bu bölüm muazzam. Güzel bilgiler, kaliteli resim ve karakterleri iyi anlatan atmosfer. Yemek yenilen bölümde de bu düzey düşmüyor. Taaa ki sevişme sahnesine kadar...


İşte burayı diyorum. Şu güzel ortamın içine etti. Sevişmekten de soğuttu. Windows properly shut down!


Cemal Hünal çıplak, kıçına bakın diye koymadım. Işık hatası var. Yetersiz ışıkla çekim yapmışlar. Görüntü puslu ve bozuk. Bu sahnenin öykü içindeki gerekliliği? Mmm Tartışılır...

Ada'nın, Alper'in kahve paylaşımına dair aforizması ise biraz fazla zorlama...


Bir Nolan filmi izlemiyoruz. Haliyle detaylar gözümüzün içine sokuluyor. O tokanın çok önemli olduğunu ortaokul talebesi bile anlamıştır. Çağan Irmak, neden filmi anneye anlatır gibi anlatıyor ki? İzlerken hiç bunu sormadın mı bunu kendine. İşte ben sor diye yazıyorum bunları. Bir şeyin neden kötü olduğunu anlatmak zordur ve zorlanıyorum şu an. Ama izleyenler de görsün diye yazıyorum.

Bir sinema izleyicisi olarak Ada'nın kendine özgü bir tokası olmasını ve bununla saçını toplamasını isterdim. O tokanın ona ait olduğunu öyle bilmek isterdim. "Yere düşmüş aa bunu bulur daha sonra Alper" diyerek değil! Filmin sonunda o tokayı bulduğunda seyirci olarak buna hazırlıklı olmasam, her şey öykünün içine zımbalanmış şekilde gelişse güzel olurdu. Kendi yolunda içinde su gibi akardı. Fakat o tokanın ne olacağını biliyoruz. Bir kalıbın içine zorla sıkıştırılan şey sadece hikayenin kendisi değil. Aynı zamanda biz, seyirciyiz!


Peki bu gözünüze çarptı mı? Ada'nın arkadaşı sigarayı söndürmek için peçetenin içine tükürüyor. Resimde. Sol avucunun içindeki peçeteye. Bu iğrenç görüntü tesadüfi olabilir mi? Evde küllük mü yok? Çay tabağı da mı yok! Hemen bu hareketin arkasından Alper'in araması nasıl bir tesadüf? Metafor ama çok leş bir metafor. Çağan Irmak acayip kastırmış. Demin söylediğim toka sahnesi gibi. 40. dakikasından itibaren film artık zorlama işlere girmeye başlıyor.

Bir dakika gözümüzden kaçırdığımız bir devamlılık hatası var. Filmi geri sarın.


Aaa Alper'in yazdığı yazı değişmiş :) İnanmıyorsanız "sayıları" ve "Alper" yazısını inceleyin...

Devam edecek...

Not: Uzun süre önce yazdığım yazılardan biriydi ve yayınlamaya karar verdim. Yazacaklarım vardı ve "devam edecek" diyip bırakmıştım. Fakat bu yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Sıkıldım. Filmin yarısında bu sefer Pause yerine Stop'a basıp kapatıyorum.

Issız Adam, Modern-Şehirli bir Yeşilçam öyküsünü anlatmaya çalışmış. İtiraf edeyim ki; bunu başarıyor. Fakat öyküsünü inşaa ederken, Yeşilçam filmlerinin zarafetini oluşturamıyor. 

Karakterler karton bir levha gibi. En ufak bir rüzgarda sallanıyorlar. Onlarda hiçbir tutarlılık göremiyoruz. Konuşma adapları modern şehir kültürüne özgü gibi görünse de; son derece avam bir sokak ağzı. Özellikle Melis Birkan (hülasa bazı yerlerdeki diyaloglarının emprovize olduğu düşünüyorum)!

Gereksiz sahnelerle filmi uzatmaya kasılması. Gerekli sahnelerin (misal seks sahneleri) son derece niteliksiz olması.

Öyle çirkin, zorlama sahneler var ki; izleyiciye "bu ne lan!" hissiyatı oluşturma konusunda hiç zorluk çıkarmıyor. Son demiştim ama yine de bir örnek vereyim.


Şu çocuğun dönüp, izleyiciye selam vermesi ne kadar zorlama bir hareket mesela. Derinlikli bir izleyici o eğilip, selam verme hareketinin altında bir anlam arıyor. Ama tabii ki yok!

Issız Adam'ın en büyük handikapı bir istismar filmi olması!

Yönetmen seyircinin duygularıyla oynuyor. Biz aslında "modern şehir kültürünün içinde bir aşk filmi" izleyeceğimiz sanıyoruz. Fakat yönetmenin tek derdi insanların yaşanmışlıklarını kullanıp, onları üzmek! Yahut şöyle diyelim onların gözyaşlarından gişe geliri refine etmek!

Herkes sevdiğinden bir şekilde kopmuştur veya koparılmıştır. Hep yüreğinin içinde bir yerinde onu yaşatır. İşte Çağan Irmak seyircinin bu hassas noktasına vurmak için ilk yarısına kadar son derece tutarlı ve mantık dahilinde giden aşk filmini tuhaf bir hale getiriyor. Filmi seyircinin gözyaşlarına endeksliyor. İşte Issız Adam'ı samimiyetsiz kılan en önemli öğe budur.

Şimdi burada bir örnek vereyim. Çok yerinde olacak. Hiçbir filmini sevemediğim Yılmaz Erdoğan'ın son filmi Neşeli Hayat en iyi filmiydi. Çünkü film hafif komediyle yoğun bir dramı anlatıyordu. Hiç ajitasyona kaçmadan hikayesini anlattı ve sonunda da yürek burkan bir finalle bitti. Oradaki son epizotta, Yılmaz Erdoğan'ın konuşması çok dokunaklıydı. Ama o sahne tüm filmin içine işlemişti. Adamın söylediği sözler; biraz irdelense filmin içinden de çıkardı. 

Issız Adam, kötü niyetli bir film. ama Yılmaz Erdoğan'ın Neşeli Hayat filmi değil. Bakın iyi-film kötü film demiyorum. Issız Adam zaten kötü ama bir de ilave olarak kötü niyetli diyorum. İşte bu çok can sıkıcı. Mesela Çağan Irmak'ın en iyi filmi her zaman söylediğim Mustafa Hakkında Her Şey'dir. Hem iyi film, hem de iyi niyetli film. Ama gişeye gelince bilet sattıramıyor. Bak o önemli!

İşte yönetmenler de, yapımcılar da bu işin şifresini çözmüşler; kek tarifi verir gibi tribünlere yönelik olarak böyle filmler yapıyorlar. Aynı adamlar bir de mutlu insanlardan oluşan, kasaba filmleri yapıyorlar. Yüreğimizi sıcaklığıyla kaplayan öyküler. İlk Aşk gibi garip garip filmler. Diyorum ya işte filmden çok keke benziyor diye.

Ben kek tarifi gibi yapılan bir film izlemek istemiyorum. Doğru düzgün öyküsünü anlatsın. Sonunda ağlamasak da olur...